Peygamberimizin Yüce Ahlakı-1


besmele.jpg
Değerli Kardeşlerim
Her zaman  sizi aldatmış olmadan çok endişe duydum. Derim derim de yanlış şeyler dersem ve bunu bana sorarlarsa sonra ne derim ben. Anlatır anlatırım da kalplerin kapıları açıktır fakat benim ki sonuna kadar kilitlidir. Ben güçlü bir göndermece, bir nakileye sahip değilsem onlar ne kadar alıcı olurlarsa olsunlar, almaçları ne kadar sağlam olursa olsun ve onu bana sorarlarsa ne derim? Bu endişeyi her zaman  ruhumda yaşadım. Dilerim Rabbim sizi niyetlerinize göre sizi mükâfatlandırsın. Ben de rahmeti her şeye yeten ve kendi beyanında “benim rahmetim gazabımın önündedir” diye kendini bize anlatan, Rabbimin o ummanlardan daha engin, daha derin, daha geniş rahmetine sığınarak diyorum ki; benim dar düşüncelerim, dar hissim, dar ifadelerim içinde değil fakat sizin samimi, yürekten ve derin teveccühlerinize göre, niyetlerinize göre, bu niyete sahip olanlara şimdiye kadar ne vermişse onu versin.
Ümmet-i Muhammed olarak bir, iki, üç asırdan beri hasretini çektiğimiz, sadece lafının edilip durduğu, bizim de rüyalarıyla teselli olduğumuz gerçekten iyiye, gerçekten güzele, gerçekten hayra, gerçekten berekete Allah bizi ulaştırsın. Hayırsızlık, bereketsizlik ve  çirkinlik iflahımızı kesti. Bizi felcetti.
Allah bizim için her şeydir. Ve O inşaallah bizimle beraberdir. Fakat şu insanlar arasında, mahlûkat içinde rehber olarak, nuru bize gösteren insan olarak, hakikate gözlerimizi açan insan olarak Hz. Muhammed’den başka kimsemiz yoktur. Öyle bir nimettir ki O, değil dünya, uğrunda cennet dahi verilse, pek az şey verilmiş sayılır. ve biz sırtımızı ona döndük, o günden bu güne de hep kimsesiz kaldık. Şöyle derlerdi hep yetiştiğim yerlerde;
Her kimsenin vardır kimsesi,
Hiç kimse yoktur kimsesiz.
Bu gün biz kimsesiz kaldık
Ey kimsesizler kimsesi.
Düşman ona düşman. Gönlümüz çok rencide oluyor. Suç onda değil. Suç, onu biz anlatamadık.  O kendini anlatmıştı. Çeyrek asırlık bir zaman içinde yarı yer onun sesini duymuştu. Beşerin beşte biri lebbeyk ya Rasulallah deyip karşısında dize gelmişti. Ama biz duyuramadık. Düşman gemi azıya almış esirdikçe esiriyor ve ona, onun dünyasına salyalar atıyor. Yeni bir kısım dostlar çıktılar, bunlar da onun yerine başkalarını  oturtma gayreti içinde ayrı bir çarpıtma, ayrı bir saptırma gayreti içindeler. Adeta düşmanla bir kısım dostlar el ele, omuz omuza onu hafızalardan silmek, onu bize unutturmak, onu nesillere unutturmak için yarışıyorlar. Ben biliyorum ki o güzelliğiyle, kendine has cazibesiyle, maşuklara has keyfiyetiyle azıcık aşka adım atmış sinelerin daima mahbubu, daima maksudu, daima matlubu olacaktır. Onu unutturamayacaklar. Çevrelerine baksalar, çevrenize baksanız siz de bunu anlayacaksınız. On beş yirmi yaşında Hz. Muhammed’i anlamak çok zordur, ama nam-ı celili anılınca dudağını yalayan insanlar var. Gözyaşlarını ceyhun eden insanlar var.
Her şey düşlerle başlar. Nesiller onu düşlemeye başladı. Artık rüyalarımıza girdi. Vakıa pek çoğumuz itibariyle diyeyim beni bağışlayın onu rüyalarda görmek cahillerin tesellisi.. ona da muhtaçtık ya, ona da susamıştık ya. Rüyalarımız bile ona yabancı olmuştu. Yatınca başka şey görüyorduk kalkınca da başka şeyin hayalini yaşıyorduk.
Allah mahlukat arasında, varlık arasında eğer eşi olmayan, menendi olmayan, benzeri olmayan birisi varsa O olarak yarattı. Mademki o gönlümüze kadem bastı, içlerimizde bir duygu bir düşünce bir rüya bir hülya olarak yeşermeye başladı. Gönül yamaçları matlubunu buldu demektir. Rüyalarımız aradığını buldu demektir. Ve o düşün çok yakın bir gelecekte rahmeti sonsuz tarafından gerçekleştirileceği ümidini besliyoruz. Ümidimiz şehbal açsın ruh-u revan-i Muhammedi her yerde (s.a.v.) Bütün gönüller onu duysun, bütün gözler onun için yaşarsın, bütün nabızlar onun için atsın, bütün kalpler Muhammed diye atsın (s.a.v.) Çünkü varlık onunla başladı. Hadis olarak zayıf olsa da “Evvelu ma halakallahu nuri”; ilk yaratılan, Allahın yarattığı benim nurumdur. Ve varlık bir şiir gibi onun adına bestelendi. O varlık için ille-i gaye oldu. Şimdiye kadar varlığın belli devrelerden geçmesi adeta ona ulaşmak içindi Hz. Ademlerden Nuhlara yuvarlandı geldi. Hz. Hud’lara yuvarlandı geldi, Salihlere yuvarlandı geldi seyyidinâ Hz. İbrahimlere yuvarlandı geldi bir top gibi varlık. Maksat onlar değildi. Onlar bir vazife yapıyorlardı ve bu vazife çok mukaddesti fakat onlar Hz. Muhammed Mustafa’ya giden koridoru açıyorlardı.
Onun için yine Kâdi İyaz allame-i mağribin ifade ettiği gibi tevbeyle yanıp tutuşan Hz. Adem zelleden canı yanmış ve tevbeyle dudaklarını ıslatmak istediği an diyor ki cennetin kapısında Hz. Muhammed Mustafa’nın ismi gözüne ilişti. Sonra şöyle dedi zayıfta olsa: “Allahım hz.Muhammed Mustafa hürmetine beni bağışla”. Cenabı hak ona dedi; “Sen nerden biliyorsun Hz.Muhammedi?” Seyyidina  Hz. Adem buyurdu ki: “Cennetin kapısında baktım La ilahe illallah lafzı celalle biten bu cümleyi Muhammedun Rasulüllah takip ediyor. İsmine ismini bu kadar yaklaştırdığının nezdindeki kıymetin anladım.
Ve işte biz o mübarek sultanın kapı kullarıyız. Kulları olduğumuz devlet yeter. Ruhun şad olsun Süleyman Çelebi!... hizmetin kıldığımız izzet yeter diyor.
Onun ahlakı derken onun hususiyetlerini anlatmak zaten mümkün  değil. Onları anlatmak için binlerce kitap yazmışlar. Onun hususiyetleri Kuranın hususiyetleridir. Tefsir onun hususiyetlerini anlatıyor bu yönüyle. Hadis kitapları onun hususiyetlerini anlatıyor. Şerhler onun hususiyetlerini anlatıyor. Ahlak kitapları onun hususiyetlerini anlatıyor. Tasavvuf kitapları onun hususiyetlerini anlatıyor. Terbiye kitapları onun hususiyetlerini anlatıyor. Değil o koskocaman deryayı getirip sizin gözünüzün önüne akıtmak, sinelerinize ve dimağlarınıza akıtmak, onun fihristini bile burada size takdim etmek mümkün değil.
Zira cud desem arkadan seha gelir, seha desem adalet gelir, adalet desem zühd gelir, zühd desen ismet gelir, iffet gelir. Ahlakıdır Onun, sadakat gelir, vefa gelir. Hangisini anlatacaksınız? Her biri bir cilt kitap ister. Hele benim gibilerin ne haline  uygun, ne de haddidir.
Aişe validemize dediler ki Müslümin rivayet ettiği bir hadisi şerifte: “Ahbirini ya umma ma huluku Rasulüllahi sav?” Bize haber  ver Rasulüllahın ahlakı nedir? Anamız  buyurdular ki; “E ma takraune’l-Kuran” Kuran okumuyor musunuz? “Neam,  “Hulukuhu’l-Kuran”. Hz. Muhammed Mustafa ahlakı Kurandı. Yani o Kuranı temsil ediyordu, yani insanı yaratan ve sonra insanın davranışlarını düzene koymak,  dünyasını düzene koymak, ukbasını mamur etmek için, kelam sıfatından Kuranı gönderen Allah, arızasız temsilini Hz. Muhammed Mustafa’ya yükledi. Kuran bağışlasın öyle bir tabir caizse. Kuran senaryosunu hazırlayan  Allah’tı (c.c.) Ve varlığa baktı. Onun özünü, hulasasını, safisini, Mustafa’sını seçti (s.a.v.) Bunu sen oynaya bilirsin dedi, gel arızasız temsil et dedi. O onu bize temsil etti arızasız.
Ben burada nebiler arasındaki nisbetten bahsetmem doğru değil ama Allah buyuruyor: “ve lekad faddalna bade’n-nebiyyine ala bad”. O peygamberlerin bazılarını bazılarından üstün kıldık. Üstün kılmış. Hz. Musa üstündü. Hz.  İbrahim üstündü. Hz. Mesih üstündü. Hz. Nuh üstündü.. Hz. Muhammed Mustafa üstünlerden de üstündü.
Sözüm şuydu; Hulukuhul-Kuran. Onun ahlakı Kurandı. Kuranla Allah yeryüzünde bir nizam vazedecekti. Bu nizamı Hz. Muhammed Mustafa ile temsil etti. Sadece meseleye bir ahlak şeklinde bakmamak lazım. Her şeyi yaratan Allah  hilkat prensipleri içinde insanların hayatlarını tanzim etmek istiyordu.
Bunun için Kuranı gönderdi ve Kuranı temsil etmek için de Hz. Muhammed Mustafayı gönderdi. Enbiya-ı izamın ruhuna karşı saygısızlık olmasa şöyle de diyebilirdim. Hz. Nuhu göndermedi, Hz. İbrahimi göndermedi, Musa’yı göndermedi, İsa’yı göndermedi -vücudumun zerratı adedince insanlığın iftihar  tablosu üzerine ve sonra da onların üzerine Allah’ın salat ve selamı olsun- göndermedi. Bu yüce vazifeyi temsil için Hz. Muhammed Mustafayı gönderdi ve anamızın sözünü öyle anlamak lazım. Hulukuhu’l-Kuran. Onun temsil ettiği şey Kurandı. Hulukunuz Kuran olsun.
Ben sadece ahlakından bir kesit alıp arz edeceğim: Hilmi. O halimler halimiydi. Allah ona  mübarek adından iki ad koymuştu:  Harisun aleykum bi’l-mu’minune raufu’r-rahim. Rauf kimdir? Rauf Allah’tır. Çok şefkat eden.. Rahim kimdir? Mahlukatı rahmetiyle gözeten, kollayan.. şu zemini rahmetiyle  onların maddi manevi istifadelerine açan Rahim kimdir? Allah. Allah bu iki ismini ona veriyor. Hz. Muhammed Rauftur ve Rahimdir. O halimler halimidir. Hayatı bunun canlı şahitleriyle doludur.
Aişe validemizin sadece güzellik mevzuunda buyurduğu gibi;
Felev semiu fi Mısra evsaf’e-haddihi
Lemâbezelû fî sevmi Yusufe min nakdi
Le  vahi Zeleyha lev raeyne cebine
Le eserne fi’l-kati kulube ala’l-eydi.. diyor
“Eğer Mısırda Yusuf (a.s.) görünce ellerindeki bıçakları ellerine çalan, dudaklarına çalan o kadınlar benim efendimin rublerini görselerdi, yanağının güzelliğini görselerdi, benim efendimin çehresindeki güzelliğini görselerdi ellerindeki hançerleri ellerine değil sinelerine saplarlardı” diyor.
O dağlardan daha ağır bir yükün altına girdiğinin şuurundaydı her zaman. Ve buna katlanmaya da kararlıydı. Onu yerinde hilm ile kucaklayacaktı. Yerinde sabr ile kucaklayacaktı. Yerinde şefkatle kucaklayacaktı. Yerinde tevazu ile kucaklayacaktı. Yerinde şecaatle kucaklayacaktı. Dengenin insanı olarak, muvazenenin insanı olarak O onları kucaklamaya kararlıydı. Ve kucakladı da. Kandan irinden deryalar  karşısına çıkıyordu, hakaret görüyordu, hırpalanıyordu,  taarruza uğruyordu, sadrı, sinesi geniş O insan,  bütün bunları o hilm atmosferinde eritiyordu. Atmosfere çarpan şihaplar gibi bütün şiddetler ve hiddetler onun tertemiz iklimine çarpıyor ve tuz buz oluyordu.
Ümmetinden olduğu iddiasıyla başının ucunda durmuş onun taksimini seyrediyor.. siyer, tarih bunu Buhari, Müslim ittifakla rivayet ediyorlar. Zü’l-Huveysire dedikleri saygısızlığı temsil eden bu insan Allah Rasulünun taksimine karşı ye’dil diyor. Peygamber adaletli ol diyor. Peygambere adaletli ol demek ne kadar ağırdır. Allah Rasulü  hiç bir şey demedi. Fakat dudaklarından siyerin hep bir hüzün  ifadesi  olarak, üzüntü ifadesi olarak kaydedeceği şu sözler döküldü: “Men ye’dil izâ lem a’dil. Lekad hibtu ve hasirtu illem adil”. Ben de adil olamazsam kim adil olacak ki kaybettim hüsrana uğradım adalet edemedimse dedi.
Ve başka biri bunu anlatırken şu sözlerle teselli olduğunu görüyoruz: şununla teselli oluyordu: “Rahimellahu Musa Lekad uziye eksere min haza fe sabar”. Musaya Allahın merhameti, bol bol merhameti olsun. Benim katlandığım şu şeylerden daha fazlasına maruz kaldı ve sabretti diyor. Onun büyüklüğü, bir büyüklük daha koyuyor ortaya. Haddimiz mi Hz. Musa’yla onu tartmak ama, O benim efendim Musa’yla teselli oluyordu. İhtimal ki Hz. Musa onu tanısaydı  O’nunla teselli olacaktı.
Ubey ibn Selul.. bu ismi söylerken tarihi bir sürü hadiseyi birden hatırlarsınız. Mesela Uhud’da Müslümanların kuvve-yi maneviyelerini kırmak üzere arkasındaki adamlarını alıp çekip giden bir münafıkı hatırlarsınız.  Mekkeyle  Medine arasında mekik dokuyup  Allah Rasulünu (s.a.v.) ezdirmek baskı altında tutmak için hep müşrikler hesabına  çalışan bir münafıkı hatırlarsınız.  Ve bunların  ötesinde hele onun hatırlattığı bir şey vardır ki belki şimdiye kadar yüz defa arzetmişimdir,  yine de aklıma gelince tüylerim diken diken olur. Peygamber hanımına fenalık isnat eden, iftira eden bir münafıkı hatırlarsınız ve bu iftirayı Medine içinde  makes bulması için lazım gelen her türlü  gayreti gösteren, iki yüzlü, iki tipli,  iki tiynetli o devrin bir münafıkını hatırlarsınız.
Ve siz efendimiz (s.a.v) tanıdığı andan itibaren bir lahza bile ihanetten geri durmamış, hatta Medineye dönersek azizler -yani kendileri- münafıklar, zelilleri -yani peygamber ve arkadaşlarını- oradan çıkaracaklarını söyler ve Allah Rasulü.. ona bu ulaşınca çok müteessir olur. Bütün bunlardan sonra bir gün ölür bu. Allah Rasulünü oğlu gelir çağırır. Bir yiğit oğlu vardır ki Allah Rasulünun arkasında; Abdullah.. gerçekten Allah’ın kuludur. Yiğittir. Babası Medine’ye girmek istediği zaman Rasulüllah’tan özür dilemedikten sonra Medine’de bir binanın gölgesini sana tattırmam der baba. Yiğit bir evlattır. Onun hatırına mıdır? Onun hilm ufkumudur.. müsamahası mıdır? Babam vefat etti ya Rasullullah deyince gider yanına.. Hanımına isnatta bulunan insan, Uhud hezimetine bir bakıma sebebiyet veren insan, Allah Rasulüne ve arkadaşlarına haşa zelil diyen bir insan, kendisine iyilik yapma fırsatı düştüğü zaman onu değerlendirmesini bilen ve o fırsatı kaçırmayan insan..
Ne var ki cenazenin başına Allah Rasulü dikilince: “Ve la tusalli ala ehadin minhum mate ebede”. Bu ebedi ölümle ölenin namazını kılma. O ebedi ölümle ölmüştü. Çünkü o ahirete inanmıyordu. O kabri ebedi yokluk düşünceleri içinde geçirecekti. O ebediyetten nasipsiz olacaktı. Onun için cennet yoktu. Ve Kuran diyor ki, bu ebedi ölümle ölen insanın namazını kılma. Ve işte o zaman efendimiz kim bilir nasıl bir inkisar içinde geriye çekiliyordu. Allahın emirleri karşısında -öyle deriz- boynu kıldan inceydi. Allah emredince. Ama Allahın emrettiği nice şeyler vardı ki onları yapıyordu.. ama bir tarafa çekiliyor hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çünkü o halimdi.. o halimlerden de halimdi.
Mekke müşrikleri ona etmedik şey bırakmamıştı.. o kadar ki bir gün dertli  Aişe validemiz geçmişe ait olup bitenleri sorunca “kavminden çok çektim ya Aişe” demişti. Ama bilmiyorum ki çok çektim deyip sonra Taif hadisesini anlattığı şu vakadan başkasını da anlatıyor mu? Onun çektiği şeylere dair her meseleyi biz sahabe-i kiramdan duyuyoruz. O çekti ama aynı zamanda onları sinesine de çekti. Sinesine bastı ve unuttu.
Kavminden çok çektim. Hani siz yine hatırlarsınız. Başına namaz kılarken Kabe’nin karşısında.. dedesinin bina ettiği, Hz. İbrahimin bina ettiği kabenin karşısında namaz  kılarken mübarek başına işkembe  koyanları hatırlarsınız. Hani  kendi şehrinde  seyyidina Hz. İbrahim ve İsmailin kurduğu kabede, o kabenin binalarının gölgelerinde gezerken  başına taş toprak saçıldığını, haşa belki yüzüne tükürükler atıldığını, haşa belki dövüldüğünü, tartaklandığını hatırlarsınız. Hicret ettikten sonra  bile rahat bırakmayanları hatırlarsınız. Habeşistan’a gönderdiği arkadaşlarının arkasından  insan gönderip onları yeniden Mekkeye celbetmek isteyen  o Mekkelinin, o katı kalpli insanın kalp katılığını anlarsınız. Hicret ederken arkadan takip edip  başına yüzlerce deve koyan, kinle sineleri atan  Mekke müşriklerinin düşmanlıklarını anlarsınız. Bedir’de karşısına çıkan, Uhud’da pek çok sahabiyi şehid eden, Hendekte gelip Medine’nin etrafını saran  ve bu fırtınaların çoğunda  ashabından çok sevdiği kimseleri o fırtınaların alıp götürmesine vesile teşkil eden Mekkeliyi anlarsınız.
O Hamzaları, Musabları, ibn Cahşları hiç bir zaman unutamadı. Hatta vefatından az evvel yine  görüyoruz.. onların başlarına dikildi: Selamun aleykum  dare kavmin mu’minun ve inna inşallahe bikum lahikun dedi, selamlarını takdim etti, ziyaret etti, yadı cemil olan o insanları andı, onların anılması gerektiğini bize ihtar etti.
Ve Allah Rasulü ışıktan ordusuyla  geldi  Mekke kapısına dayandı, sardı, ihata etti. Kan dökmek istemiyordu.. mütevaziane Mekkeden içeriye girdi. Korkuyorlardı. Ettiklerini bulacaklarından korkuyorlardı. Şirretliklerinin başlarına dolanacağından korkuyorlardı. Hala tanıyamamışlardı. O yirmi senelik onun mücadelesinde hala onu tanıyamamışlardı. Onun affı safına akıl erdirememişlerdi. Hilmini bilemiyorlardı.
Etmişler çekmiş, yüklenmişler katlanmış, baskı göstermişler sabretmiş göğüs germiş.. Mekke fethine sıra gelince bir merkubla içeriye giriyor. Hayatında hep bindiği ile çok mütevazi oldu. Sahabi Mekkeye girerken onun halini şöyle anlatıyor: “O kadar iki büklüm olmuştu ki üzerine bindiği merkubun üzerindeki eğerin kaşına alnı değecek gibiydi”. Zira Allahın şehrine giriyordu. Zira kabet’u-llaha doğru gidiyordu.. oraya girerken Allahın hoşuna gitmeyecek tavırlar ondan çok uzaktı, o da o tavırlardan çok uzaktı.
Bu gün kınama yoktur. Bana ettiğiniz şeyleri sayıp dökecek değilim, çektirdiklerinizi anlatacak değilim. Gidin hepiniz hürsünüz diyordu ve işte o zaman anlıyorlardı ve böyle yapmakla kalplerin kapılarını bir kere daha zorluyordu. Belki en sırlı, en sihirli anahtarı kullanıyordu. Affedilmeleri düşünülmediği bir noktada onları affetmek suretiyle kalplerine taht kuruyordu.
Ebu Süfyan’ın dediği gibi; bütün direnmelere rağmen  o buz gibi kalpleri eritiyor, taht kuruyor, onların gönüllerine giriyordu. O en sert, o güne kadar en mütemerrid görünen insan bile hanımıyla bir kaç dakika sonra gelecek, iki büklüm olacak, diz çökecek, o güne kadar  nefret ettiği şeyi söyleyecekler; la ilahe illallah Muhammedu’r-Rasulüllah. Allah ahir hayatımıza kadar, son saniyelerimize,  aşirelerimize kadar  bu mübarek cümleye sadakat içinde kalmayı bizlere lütfeylesin, muvaffak eylesin!
“Harisun aleykum.” Bir bilseniz siz nesiniz onun gönlünde ve gözünde. Sizi adeta gözünden kıskanır, haris tabirini kullanıyor Kuran-ı Kerim, size karı çok hırsıldır. Amanın bunlar zayi olur diye kalbi tir tir titrer. Aman hepsi olsa, hepsi inansalar.
Bir yerde tadil ederken; felealleke bahiun nefseke ala eserihim in lem yuminu bi haza’l-hadisi esefe. Şu Kuranı Kerime inanmadıklarından, şu sözler sözüne inanmadıklarından dolayı teessüften nerdeyse kendini öldüreceksin. Kendini öldürecek kadar üzüntü duyuyordu. Tasa içindeydi. yine hadislerde görüyoruz ki cennete girdikten sonra ümmetinden bazılarının günahlarıyla cehenneme doldurulduğunu duyunca cennette durmayacak, dışarı çıkacak, başını, yere koyacak, yakarışa geçecek.. mahşerde yapacak dünyada yaptığı gibi.
Şefkati sadece insanlara değil.. bir seferden dönüyordu. Ashabından bazıları bir kuşun iki tane yavrusunu aldılar. Ana kuş Allah Rasulünun başında pervaz edip durunca bilmiş gibi sanki “bunu kim böyle tedirgin etti” öfkelenerek söyledi. Rudduha veledeyha ileyha. Götürün yavrularını yuvasına koyun bunu kim tedirgin etti diyordu. Büyük bir cinayet işlemişler gibi onlara itnab ediyor ve sert bir edayla yavruların yuvaya konmasını onlardan istiyordu.
Mahlukata karşı dahi derin bir şefkati vardı. Bir vesileyle arzetmiştim. Bir bahçede aç bırakılmış bir devenin perişaniyetini görünce gözleri yaşlarla dolmuştu. Hayvanata karşı dahi o kadar merhametli, o kadar şefkatliydi.. size kim bilir nasıl şefkatlidir, nasıl merhametlidir. Öyle bir sultanı Sadi’nin Bostan’da dediği gibi geminizde dümende gördükten sonra siz ne bahtiyar insanlarsınız.
Zannediyorum ahirete irtihal ettiği o şefaati uzmasıyla çoklarına el uzatacaktır o gün. Her peygamberin kabul olmuş bir duası vardı, el açınca Allah kabul etmişti. Sanki diyor ben burada onu tastamam istemedim.. zira öte çok önemli, zira öteye çok iyi inanıyordu. Zira öteleri  çok iyi biliyordu. Ben onu ahirete bıraktım. Orada kullanmak üzere, o şefaattir buyuruyordu. “Şefaati liehlil kebairi min ümmeti: ümmetimden günahı kebair işleyenleredir benim şefaatim.

Ebu talip vefat eder. Hadice validemiz de vefat eder. Her gün gelip mübarek başını soktuğu sıcak bir yuvası vardır, sıcak bir arkadaşı vardır. O yükün çoğunu sırtlanmıştır. Dertleri bölüşür anamız adeta onunla. Çok büyük bir kadındır. Cevahir kadrini cevher furuşan olmayan bilmez. Onu da ancak efendimiz bilir.
Hatice büyük bir kadındır -Allahın binlerce rıza ve rıdvanı üzerine olsun-. Ama bu kadın yaşını doldurmuş, zaten insanlığını iftihar tablosundan on onbeş yaş kadar büyüktür. Altmışı aşmış üzerinde beş on sene efendimize gelen peygamberliğin çilesi vardır. Aşınmış, yıpranmış, malını melalini kaybetmiş o zengin aile artık boş sofranın başına oturup kalkıyordu ve dünya kapılarını açıp  ardına kadar ona haydi sende dışarı demişti. Cennet kapılarını açmış ona buyurun etmişti.. ama ortada yalnız kalan efendimiz vardı. Bir hayat arkadaşı vardı dertleşiyordu. Teatiyi efkarde bulunuyordu. O da gitmişti. Çile, işkence, ızdıraba maruz kalınca eve gider Haticeyle teselli olurum diyordu. Artık evde Hatice yoktu. Ebu Talipi düşünürken o da uful edip gitmişti. Artık Ebu Talipte yoktu. Onun için başka yollar tutuyor, araştırıyor, başka kapılar zorluyordu.
Acaba Taif dedi. Taife gitti. Aradığını bulmak şöyle dursun Ebu Leheplerle, Utbelerle, Şeybelerle, Ebu Cehillerle temsil edilen şiddet, hiddet, öfke, kin ve nefret efendimizden evvel Taifin yamaçların sarmıştı, çoluk çocuğun sinelerini sarmıştı. Oraya gitmesiyle beraber başına taşların yağması bir oldu. Al kanlar içinde döndü Taiften,  hasret ve ızdırab içinde döndü.  Hiç iflah etmediler.  Hiç aman vermediler. Ayakları öyle yarılmış şakır şakır kanlar akıyordu. Medineye doğru kilometrelerce koştu arkasına bakmadan. Vardığı yere vardığında belki şaşırmıştı. Bu kadar mesafeyi  nasıl katettim. Ellerini kaldırdı: Allahumme inni eşku da’fe kuvveti ve hevane ala’n-nas. Allahım kuvvet açısından zafa düştüğümü ve insanlar tarafından horlandığımı sana şikayet ediyorum diyordu. En büyük acılar karşısında preslenirken bile, paletler altında ezilirken bile muvazeneyi kaybeytmeyen muvazene insanı. “Allahumme inni eşku da’fe kuvveti ve hevane ala’n-nas”. Zafa uğradığımı, insanlar tarafından horlandığımı sana şikayet ediyorum. “Ente rabbi’l-mustedafin ve ente rabbi”. Sen zayıfların rabbisin. Benimde rabbimsin. “İla men tekulini”. Beni kime bırakıyorsun. “İla aduvvun baidin yetecehhemuni. Emila aduvvun karibun mellektehu emri”. Şu yüz ekşiten uzak düşmanlarıma mı yoksa bağrına döneceğim ve benim üzerinde hakimiyet kurmak isteyen ve beni ezmek isteyen yakın düşmanlarıma mı bırakıyorsun? Allah onu hiç bir düşmana bırakmayacaktı. Bırakmadı daha ilk günlerde vedduha mesajıyla “ma veddeake rabbuke ve ma kala”. Allah sana  ne darıldı ne de seni terketti. Etmemişti. Ve başında bir bulut, Cibril belirivermişti orada. Ya Muhammed! Allahın selamı var (s.a.v.). Allahım vücudumuzun zerratı adedince ve senin ilmin adedince insanlığın iftihar tablosu ve ali üzerine salat ve selam olsun. Ya rasulallah Allahın selamı var. Buyurdular ki isterse ahşebeyni -iki tepenin adı- Taif halkının başına koyabilirim. İsterlerse.  Dediğini duyduk. Şikayetini işittik. Eğer  mürafa olacaklarsa mahkumların başına bu dağı indirelim. İşte o zaman o ahşabeyni kendi başında hisseti. Daha Taiflilerin başına konacağını duyduğu an sanki dağ kendi başına inmiş gibi hissetti.. hissetti ve şöyle dedi: Senelerce sonra dahi olsa bunların soyundan bir tane inanacak insan çıkacaksa  -takip et kudsi takip et. Işık ordusu dikkat et- bunların soyundan  senelerce sonra  dahi ışık ordusundan bir fert çıkacaksa hayır ya rabbi diyordu. Sen busun. Sen bu olmalısın. Beşer bu ruha muhtaç. Senin yollarında seni gözleyenler bu ruha muhtaç.
Bir bedevi içeriye giriyor, Muhammed hanginiz diyordu (s.a.v.) Zira o bir minderde, istisnai bir kanepede, bir taburede bile oturmuyordu. O kadar ayrı değildi.. arkadaşlarından, ondan ayrılmayan arkadaşlarından o kadar ayrı değildi, beraberdi.
Hicret esnasında Medineli dostları onu Kubada karşıladılar. Orda istirahat buyururken güneş başına vuruyordu ve seyyidina Hz. Ebu Bekir çokta benziyordu. Tarifini duyduklarına görmemişler Ebu Bekiri o zannediyorlardı. Böyle bir iltibastan  çok rahatsız olan Ebu Bekir eline kaptığı bir yelpazeyle başının ucuna dikildi, başında sallamaya başladı ta anlaşılsın ki oturan peygamberdir, arkasındaki ona tabidir. Eğer yer yer ona karşı kendi yerlerini göstermeselerdi ashabı içinde onu tanımak, ortaya çıkarmak mümkün değildi. O kadar onlardan bir insandı. O kadar onların içindeydi.

La tekumu kema tekumul-eacim. Acemlerin büyüklerine ayağa kalktığı gibi bana ayağa kalkmayın diyordu.
Schopenhauer anlatıyor: “İnsanlık tarihi Hz. Muhammed kadar cesur, şecaatli bir kahramanı tanıyamamıştır” diyor ve Gavres vakasını anlatıyor. Bir gün ağacın altında gözünü açtığı zaman, uyandığı zaman elinde yalın kılıç güçlü kuvvetli bir bedevinin bulunduğunu gördü. Bedevi ona şöyle sesleniyordu: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” Fütursuz, pervasız, gözünü kırpmadan onun içine dehşet salacak şekilde Allah Rasulü “Allah” diyordu ve Bedevi sarsılıyor, elindeki kılıç düşüyor,Allah Rasulü kılıcı alıyor, “şimdi seni kim kurtaracak?” diyordu. Schopenhauer diyor ki: “Beşer tarihi Hz. Muhammed seviyesinde cesur bir insan görmemiştir”.
En cesur atlılar Medine’de bir velvele duyulunca atlara anında komando gibi, yıldırım ordusu  gibi velvelenin geldiği tarafa doğru koşuyorlar. Onlar koşa dursunlar gidip, keşfedip dönen çoktan keşfedip dönmüştü. Birde bakıyorlar ki karşıdan biri geliyor.. gele gele Rasulüllah olduğu ortaya çıkıyor. Gittim, gezdim, gördüm, tehlike yok. Rahat edebilirsiniz diyor.
Auguste Comte herkesin bildiği bir insandır. Pozitivizmin kurcusu.. o din diyanet kabul etmez. Ve İslam düşmanı olduğunu az buçuk onu tanıyanlar bilirler. Çok ciddi İslam düşmanıdır. Yollar bir gün onu çeker Endülüse götürür. Orada Hz. Muhammedin ümmetinin asarını müşahede imkanını bulur. Sanatın ibadetleşmesi  ve insanlarda düşünce sanatının ibadet haline gelmesi.. orada müşahade eder. Ve hep ümmi olarak duyduğu bir ümmi peygamberin, yani mektep-medrese görmemiş bir peygamberin ümmetinin bu seviyede asar meydana getirmesi bu asarın sahibi olması... bir türlü hazmedemez bunu. “Sonra Papa Biosa sordu: Gerçekten Hz. Muhammed ümmümiydi? O da; “ümmiyydi”. Evet mektep medrese görmemişti.. Diyor ki tarihçi: “Elini şamar halinde yüzüne indirdi. Yazıklar olsun sana Aguste” diyordu. “Yazıklar olsun Hz. Muhammed adına şimdiye kadar düşündüğün şeylerden ötürü”. Ve şu sözleri naklediyor: “O bir ilah olamaz. İlahtan küçüktür ama beşerden çok büyüktür”. 
Carlyle onun hakkındaki takdirlerle meydana gelen bu çok sesli koroya şu sözleriyle katılır. Derki: “Hz. Muhammed zuhur edeceği ana kadar (s.a.v.)  Araplar insanların değer atfettiği bir topluluk değildi. Onun zuhur etmesiyle onların ilim ve irfanda kıble olmaları bir oldu. Ve sonra onlar akıllarıyla ilimleriyle dünyanın dört bir yanını aydınlattılar”. İşte Carlyle.. işte kahramanlar kitabı.. işte Hz. Muhammed Mustafa hakkındaki takdirleri.
Bismarck diyor ki; Sana muasır bir vücut, çağdaş bir vücut olamadığımdan dolayı çok müteessirim. Ya Muhammed beşer tarihi senin gibisini bir kere görmüştür. Bir kere daha göremeyecektir. Onun için Huzuru Mehabetinde ber kemal-i ihtiramla eğiliyorum. Eğil! Yerlere kadar eğil! İnsanlığın karşısında eğildiği zatın karşısında diyecektir.
Koca şeyh Galip! Yahya Kemalin kendisini bir girdaba benzettiği, şiirin kendisinde girdaplaştığı insan. Tasavvuf düşüncesinin kendisinde girdaplaştığı derinleştiği insan..
Hutben okunur minber-i iklim-i bekada
Hükmün tutulur mahkemey-i ruz-u cezada
Gülbengi kudumun açılır arşı semada
Esmay-ı şerifin anılır arz-ı semada
Melekler, ruhaniler seni arar dururlar
Sen Ahmedi Mahmudu Muhammedsin efendim
Haktan bize Sultanı müebbedsin efendim.
Ve Diyarbakırlı koca şaire Leyla :
Gidip boynumda zincir ile ol ravzay-ı pake
Görenler beni hep divane sansın ya Rasulallah.
Diyecek bir göz de o edecektir.
Ve gele gele Yunusa gelir. O büyük Anadolu insanı. “Hak kainatı yarattı Muhammedin aşkına diyen” Yunus Emre.. Sonra O’nun yollarının tozuna düşmüş,
Arayu arayu bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasip eylese görsem yüzünü.
Ya Muhammed canım arzular seni.
Bir mübarek sefer olsa da gitsem
Kabe yollarında kumlara batsam
Hub cemalini –o güzel cemalini- düşte bir kere seyretsem
Bir kere rüyama girsen
Ya Muhammed canım arzular seni, diyecektir.
Ve koca Cami, İranın peygamber aşığı dev şairlerinden
Ya Rasulallah çibaset çünseki eshab-ı kehf.
Dahili cennet şevem der zümre-i eshabı tu
O reved der cennet men der cehennem key revaz
O seki eshab-ı kehf menseki eshab-ı tu.. der.
Ya Rasulallah, nasıl olur eshab-ı kehfin köpeği, o cennete girecektir. Senin ashabının içinde ashabı kehfin köpeği cennete girecektir. Oysa ki o ashab-ı kehfin kelbidir. Bana gelince ben senin ashabının kelbiyim. O cennete girecek, ben cehenneme gireceksem bu nasıl olur. İşte koca Cami!..
Ve işte Mevlana!
Men bende şudem bende şudem bende şudem
Men bende ve hıdmetet serufkende şudem
Her bende ki azad şeved şad şeved
Men şad ezanem ki tura bende şudem.
Ben kul oldum, kul oldum diyor.. Hz. Muhammed’e kul oldum. Başımı onun dizine koydum ona teslim oldum.. muta oldum. Her köle hürriyete kavuşunca sevinir. Köleler vardır boynu tasmalı, ayağı prangalı, hürriyete kavuşunca sevinirler, sevinir memnun olurlar. Ben Hz. Muhammed’e kul olduğumdan dolayı seviniyorum.
Men bendei huranem
Eger çandarem
Men haki reyi Muhammedi Muhtarem
Ve miraca yükseliyor Allah Rasulü.. Allah Rasulü miraca yükseliyor. Yine Kadı İyaz Şifayı Şerif’inde naklediyor: Bir burak getiriyorlar önüne. Keyfinden mi, neşesinden mi serkeşlik ediyor.. ve Cibril ona şöyle sesleniyor: Ma rakibeke ehadun ekremu alallahi min haza ev kema kal.. Şimdi şu anda sana binmeye hazırlanandan Allaha karşı daha kerim sana kimse binmedi deyince Kadı İyaz şöyle diyor: Ferfaddu araka. O Burak Allah Rasulünun önünde tepeden tırnağa ter içinde kaldı.
Yansam da ocak gibi gam eylemem izhar 
Yakma beni ateşlere, ağyar ateşine ey çarkı cefakâr.
Onun ateşine yanmak. Bir an beni belayı dertten etme cüda beni demiş Fuzuli.  Bela istenir mi istenmez mi, fakat aşk ateşine kendisini salan başka türlü söylemez başka türlü düşünmez.
Aişe validemiz diyor ki Buhari Müslim gibi muteber hadis kitaplarında “havada bir bulut belirince Allah Rasulü oturur kalkardı, girer çıkardı, rengi benzi atardı, ne yapacağını bilemez hale gelirdi. Niye ya Rasûlullah derdik? Buyururdu ki bizden evvel de bir kavmin başında böyle bir bulut belirmişti de helak olmuşlardı. Ne bileyim belki bizim başımızda beliren bulut da böyle bir buluttur diyordu. Ödü kopuyordu. Giriyor çıkıyordu, oturuyor ve kalkıyordu.
Gerçekten ona susamışlığımızı idrak ettiğimiz bir dönemi yaşıyoruz. İlkinde olduğu gibi ilklerin rehberi yine imdadımıza Allah’ın inayetiyle yetişsin ve onun arkasında başlamış nazmedilen şu ahir zaman  şiirini o şiiri nazmetmeye iktidarı olan şu nesillere Allah tamamlattırsın, muvaffak eylesin.
Çok defa bunalınca sizde belki bazılarını nazara alır öyle dersiniz:
“Senden başka kimsemiz yok ya Rasulallah..
Allahım bizi bu ahd-u peymana sadakat içinde yaşat, sadakat içinde öldür.